PENTÜRÜN EŞKIYASI: İBRAHİM ÇİFTÇİOĞLU

 

Başlık ve yazı rahmetli Özgür Uçkan’ın İbrahim Çiftçioğlu’nu yazdığı kitaptan. Yayınlandığı dönem büyük beğeni toplayan ve Türkiye resim tarihinde yer alan o eserden seçmeler

“Uyanıkken rüyalar görürüm; insana gök kapıları açılır. Doğrusu yaptığım her şeyden de kuşku duyarım. Sanatta mükemmelden yana değilim. Değişmekten ve denemekten korkmam. Sanatımı riske atmaktan çekinmem. (…) Benim sanatım, yaşamımın ya da yaşamınızın silinerek yeniden yazılmasıdır.”

İlk bakışta, sanki bir şeyler eksikmiş gibi gözlerimize resmedilen alanın dışında

bir şeyi aratan ya da henüz bitmemiş de bir başka şeyin öncelleri gibi bu işler.

Bitmemiş, öncel… Ama bu izlenimin nedeni tam da sanat söz konusu olunca

bakışımızın alıştığı optiğin mantığı, nasıl tekerlek kendisinden önce bırakılmış izlere oturursa öyle. Bu, gerek eserin vücuda gelirken izlediği, gerekse sanatçıyı o

eseri yaratmaya getiren yolun yanından bile geçmeyen steril ve sanılanın tersine

hala yerleşik bir mantık.

Oysa, ellerle, gövdeyle yapılan, zanaat etiğinden kopmamış sanat, kirli paslı bir iştir de, ter kokar.

“Eser”i, bitmiş, temiz iş diye gören resmî sanat anlayışına karşı, “yoldur eser” diyordu Klee, Yaratım sürecinin bütünü, tek tek her an’ı oluşturur ürünü. Burada “yol”dan, “ucu belli bir çizgi olarak mekan” anlaşılmamalı. Yolcu yolunu

“yön”, “zaman” nosyonlarının dışında, tam da yürürken açıyor. Yolculuğuna denk yolcu, iz sürerken iz düşüren, bıraktığı izin peşinde zaman dışı. Kendisi yolculuğunu potansiyel olarak içinde taşıyor, kendisini gerçekleştiriyor.

Örümceğin ağını, daha onu kurmadan, içinde salgı olarak taşıması gibi.

Bir insanın hayatı nasıl “sanat eseri” olabilirse, yolcunun ürünü de yolculuğu.

Bakış, mümkün başka optiklere geçip derinleşmeye, kendi izini bırakmaya cesaret ederse, bu işlerde, hem resmettikleri anın hakikatini hem de yaratım sürecinin anlarını, 

bir bakışta yakalayabilir. İşte resim yol olur o zaman.

Tasarım boyutunu, arayışları, harcanan emeği de içinde barındıran “taslak”ın sunduğu imkan alanı. Ya da bilmece. Eksik parçalarıyla, hem dışındaki (tam da yokluğuyla, orada olmayışıyla bizi kendine çağıran) bilinmeyeni hem de kendi mümkün hayatını arayan, bitmeyen, tükenmeyen puzzle.

Yap Boz: Benim sanatım, yaşamımın ya da yaşamımızın silinerek yeniden yazılmasıdır.”

Bu yüzden de canlı, bu işler. Bakışa, bakılan ana, bakanın ruh haline göre değişen hayatları, bizi içine çektikleri hikayeleri var. Kaleideskopik düşler, ama “çiçek dürbünü”nden yansımıyor. Çoğu zaman ışık hasreti bir ruhun gece basmış dünyası, dünyamız, şiddetin kırdığı görünen. Hakikat, karabasan.

“Figüratif bir hayatın neresindesin?” sorusuna, “figüratif bir hayatın figürleri çizmeyen bir yerinde olursunuz” diye cevap veriyor Çiftçioğlu.

“Dildeki sözü bırakırsanız, gönlünüzün düşündükleri dile gelmez, söze sığmaz.”

Figürle sözcük arasında bir bağ -fantastik de olsa- varsa eğer, dilde de, resimde de metafor yollar açar insana, anafor olur, figüratif /non- figüratif, semantik/ non-semantik ayrımına uğramak zorunda kalmazsınız. Bunları, sözümün, Çiftçioğlu’nun resimleri, “gönlünün düşündükleri” üzerine bir yazıyı kurmaktan çok, gönlüme düşündürdüklerinin anaforunda kaybolmaya aday bir taslak, bir görüldeşliğin, yolların kesiştiğinde bir yoldaşlığın izleri olduğunu ima edebilmek için mi yazdım?

Israrla gelen figürlerin resimleri bunlar. Bu resimlerde hayat bulan, anonim, ilkel ve ilkelliklerinden  güç alan birer hafıza deliği, içlerine düşebileceğimiz birer ana metafor olduğunu söyleyebiliriz.

Çiftçioğlu’nun resimlerindeki harf-figürler de, iç-ten/ ilk-el, el’in yaratırken / yazarken tenine ihanet etmediği bir dile ait. Bizi neden bu kadar etkilediklerini anlayamadığımız, belki de dolaysız olarak çocukluğumuza, yumurtamıza ait, mağara duvarlarındaki figürler ya da çocuk resimlerindeki çırpı adamcıklar gibi. Başlangıç’taki gibi…

“Duygu için her başlangıç, dünyanın yaratılışıdır. Bir çocuk gözü,

bir çocuk gönlüdür dünyayı yoğuracak, biçimleyecek olan. Gözü çocuk, gönlü çocuk bir kararlı el.”

Israrlı duruşları, onları birer leitmotiv olmanın da ötesine taşıyor, hayatlarının özüne, Hikayelerinin hakikatine dair bir şeyler sezdiriyor. “Hafıza delikleri”, düş çölünde göçerken kayıp düşebileceğimiz hakikat kuyuları…

Çiftçioğlu’nda, bir zamanların aşıklarını, gezgin hikaye anlatıcılarını andıran bir yan var.

Göçebelik güçtür. Eşkıya göçer; sanat da, rahat durmaz.

Dizi resimleri bir efsane evrenini kuruyor. Unutuşun revahatle dolu gecesine gömülmüş dinleyicilerini dağarcığından fırlayan figürleriyle uyandıran, canlandırdıkları mücadele, şiddet, kan, acı, korku, hüzün ve aşkla yüklü efsanelerin kendi hikayeleri de olabileceğini onlara hatırlatan ve hafızanın

bir güç olduğunu gösteren bir göçebe.

Göçebe gider, açtığı girdapta bir

derinlik sarhoşluğuyla düşeriz. Gerisi bize düşer.

İktidar korkar göçebeden. Merkez – yörünge ilişkisinin dışındadır çünkü. Göçebelik güçtür. Eşkıya göçer; sanat da, rahat durmaz.

Eser, yoldur ya; göçebe bir hakikati gezdirir.

Onu kenarda otururken şöyle bir

görmekle aşka düşeni yola kışkırtır.

Bu figür/harfler, “figüratif bir hayatın figürler çizmeyen bir yerinde”, bakışımızdan zihnimize uzayarak, orada cisimleşen bir kitabı kuruyorlar. Bu yol-

kitaba kimi hayali duraklar, birbirinden kolay kolay ayırt edilemeyecek, hatta

bazen birbirini kuran bazen de çatal yollar açan kimi izlekler yakıştırabiliriz.

ÇİFTÇİOĞLU: SANAT BİR EYLEM BİÇİMİDİR

“Öncelikle resmimin bir yanının otobiyografik olduğunu düşünüyorum. Onların, yaşantımdan damıtılmış özler içerdiğini söyleyebilirim. Öznelden hareketim genelleşir; yersel, evrensel ve toplumsal güncel yaşanmışlık resmimin temel yanını oluşturur. Resimlerim belli bir yaşanmışlığın, algılamanın, bilinç ve yüreğin imbiğinden geçerek, neredeyse imgelere dönüşmüş sonuçlarıdır. Resimlerimde bilinçli olarak bireysel ve sosyal yaşanmışlığın denkliğini görür ve kurarım. Bu aktif-romantik öz, resmime simgesel bir anlatımla yansır, biçim kazanır. Resmimdeki her unsur, düşünce ve duyarlığımı taşıyan bir işlev üstlenir. Bence sanatçı, çağına, ülkesine, insanlarına ve onların sorunlarına yabancı kalmamalıdır. Çünkü insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir. Önemli olan bir sanatçının her anlamda kendini, insanlarını, kültürünü ve çağını düşünen bir beyin ve duyarlı bir yürekle irdelemesidir. Sanat benim için hayatı ve toplumu kavramanın, yeniden biçimlendirmenin bir yoludur. Sanat benim için bir eylem biçimidir. Resimlerimde anlatımcı bir tavra ulaşmak isterim. Resimlerimin, anımsanması gereken bir olgu gibi sessiz, fakat kavrayıp yakalayan bir etki bırakmasını isterim. Bir tavrı, bir düşünceyi, bir sorunu, bir protestoyu, bir hüznü, huzuru ya da tedirginliğini, bireysel ve sosyal yaşanmışlığı üretir benim resimlerim… Kaygılarım var. Yaptıklarım değil, yapacaklarım beni heyecanlandırıyor. Kıpır kıpırım. Benim sanatım, yaşamımın ya da yaşamınızın silinerek yeniden yazılmasıdır. Yarına aitim”