TIP, SAVAŞ VE ZEYTİN

Burak ELDEM

Buraya yerleşeli daha ancak bir buçuk yıl oldu ve kendimi Ege kıyılarının yerlisi gibi hissetmem için daha epey fırın ekmek yemem gerekiyor. Ama Datça’nın o kadar kendine özgü, garip ve huzurlu bir büyüsü var ki, tadını almaya başladığınız andan itibaren bir şekilde kendinizi bu kıyılara ait hissediyorsunuz. Bu duyguyu açıklamak zor; çünkü Ege kıyılarındaki diğer popüler cazibe merkezlerinin sahip olduğu çekim unsurları yok Datça’da. Renkli geceler, ışıltılı bir eğlence hayatı, cıvıltılı ve kalabalık plajlar ya da göz alıcı yerel alışveriş merkezleriyle pek karşılaşmıyorsunuz. Büyük şehir hayatından aşina olduğunuz ünlü yeme içme zincirleri de çıkmıyor karşınıza. Yürüdüğünüz her caddede İstanbul’dan, Ankara’dan ya da İzmir’den bir tanıdığınıza rastlamanız düşük olasılık.

urası yaldızlara sarılıp ambalajlanmış, gözlerinizi kamaştıracak, size unutulmaz anılar yaşatacak bir tatil beldesi falan değil. Datça size bir tek şey öneriyor:  tertemiz bir havayı soluduğunuz huzurlu bir hayat. Büyü dediğim şey, hemen hemen yalnızca bundan ibaret.

Şehir merkezinde bir uçtan diğerine yürüyerek en fazla kırk beş, elli dakika içinde gidebileceğiniz, dolayısıyla öyle gelişmiş ve işlek toplu taşıma sistemlerine hiç ihtiyaç duyulmayan, stressiz ve telaşsız bir hayattan söz ediyorum. Diyelim gündemin ağırlığından bunaldınız, savaş haberleri omzunuzun üzerinden bastırıp sizi aşağıya doğru çekmeye başladı; çıkıp Kumluk sahilinde alıyorsunuz soluğu mesela. Yan yana dizili kahvelerden birine oturup bir şeyler içiyor ve gözlerinizi denize çevirip, maviliklerin bittiği yerden size göz kırpan Simi adasını izleyerek düşüncelere dalıyorsunuz. Hep böyle sakin, sessiz, huzurlu muymuş buralar? Pek sayılmaz.

Aslına bakarsanız, kahvenizi yudumlarken bakışlarınızı gezdirdiğiniz denizin biraz açıklarında, tarihin ilk büyük deniz savaşlarından biri yaşanmış; yaklaşık, 2400 yıl önce.

Ege adaları ve Peleponez yarımadasının güney bölgelerini kontrolü altında bulunduran Sparta donanması, o dönemler Akdeniz’in en büyük deniz gücü olmaya aday görülüyormuş çoğu kişi tarafından. Atina şehir devleti ve müttefikleriyle yaşanan ezeli rekabet ve güç savaşları, Sparta’nın denizlerdeki büyük üstünlüğüyle bambaşka bir görünüm almaya başlıyormuş ki, devreye Anadolu ve Yakındoğu’nun bir başka büyük gücü olan Pers Akamenid imparatorluğu girmiş. Doğu Akdeniz’den kalkan, Fenike teknolojisine sahip büyük bir Pers donanması Ege’ye doğru yola çıktığında, çayımızı ya da kahvemizi yudumlayarak soluklandığımız bu kıyılarda da huzur birdenbire sırra kadem basmış. Tarih, İsa’dan önce 394.

Sparta donanmasının merkezi, bugünkü Datça’nın batı uçlarında yer alan ünlü Knidos kenti ve onun görkemli limanı. Dönemin iki büyük gücü, tam da bizim buralarda oldukça kanlı bir deniz savaşı yaşamışlar. Bir tarafta Yunan anakarasına ve Ege’ye hakim olmak isteyen Spartalılar, diğer yanda Anadolu üzerinden Yunan topraklarına yürümekten hiç azgeçmeyen Persler. Daha önce Peloponez savaşları sırasında Spartalılar tarafından ağır bir uğratılan Atinalı general Conon da, bu savaşta Perslerin safında yer almış, birçok Fenikeli komutan ve denizciyle birlikte. Bugünün moda deyişi haline gelen “vekil savaşlar” o zaman da varmış yani. Sonuç, Sparta donanması ve Knidos için tam bir hezimet olmuş. O kadar ki, bütün donanmasını yitirip, denizlerde Atina’nın üstünlüğüne boyun eğmek durumunda kalmış, sonraki yıllarda.

Tam Datça’da huzurlu sahil yürüyüşlerinden söz ederken nereden çıktı şimdi bu deniz muharebesi konusu? Üstelik gündemdeki savaş haberlerinin boğucu etkilerine değiniyorduk sözde. Neyse, sahildeki yürüyüşü tamamlayıp, içlere doğru devam edelim gezintimize o zaman. Datça’da en çok sevdiğim şeylerden biri, sağda, solda, boş arsalarda, evlerin bahçelerinde teklifsizce karşınıza çıkan zeytin ağaçları. Büyük zeytinliklerden falan söz etmiyorum; bunlar her an, Datça’nın her yerinde görebileceğiniz, tek başına ya da üçü beşi bir arada gözünüze çarpan ağaçlar. Bana soracak olursanız, buradaki huzur ortamının en güzel bileşenlerinden biri de bunlar zaten. Barışın ve bereketin sembolü, bilge zeytin ağaçları.

Yunan mitolojisine göre, iki büyük ilahi güç, Poseidon ve Athena, görkemli Atina şehrinin koruyucu tanrısı olmak için büyük bir rekabet içine girmişler. Sonuçta, “kim şehir halkını daha çok mutlu edecek bir hediye verirse, koruyucu Tanrı  o olsun” diye racon kesilmiş.

Poseidon, “trident” dediğimiz o üç uçlu mızrağıyla bir kayaya vurmuş ve dokunduğu yerden, denizlerdeki güç ve üstünlüğün sembolü kabul edilen tuzlu su pınarı fışkırmış.

Athena aynı şekilde bir kayaya dokunduğundaysa, barışın ve bereketin sembolü bir zeytin ağacı bitivermiş aniden. Şehir halkı tercihini barıştan, zeytin ağacından, yani Athena’dan yana kullanmış.

Malum, gündemin bir başka can sıkıcı konusu, bizdeki yüce karar mercilerinin maden ocaklarını zeytinliklere tercih ederek, can acıtıcı bir zeytin kıyımına kapı açmaya çalışmaları.

Datçalı çevreciler, hemen her kritik konuda olduğu gibi, bunda da kararlı bir direniş hattı oluşturuyorlar. İşler nereye varır bilinmez ama buralarda o güzelim zeytin ağaçlarına kıymak isteyenlere kolay pabuç bırakılmayacağını rahatlıkla söyleyebilirim.

Bu yazıyı, Tıp Bayramı’nın akşamında, doktorlara “nereye giderlerse gitsinler” denen bir ülkede yazıyorum şu an. Üstelik, bir zamanlar tıp konusunda dünyaya öncülük  eden Knidos şehrinin hüküm sürdüğü topraklarda. Dünyanın en eski tıp okullarından birinin burada açıldığını biliyor muydunuz? Yine bundan tam 2400 yıl önce.

Datça güzel, Datça huzurlu ama bir sorunumuz var: Datça’da doktorumuz çok az; hastanenin hali de sağlık ocağından hallice. Daha birkaç ay önce, devlet hastanesinde acil servisin başındaki pırıl pırıl bir genç doktor arkadaşımız, “Benden buraya kadar, mesleğimi hakkını vererek yapabilmek istiyorum artık” diyerek istifasını verdi ve Almanya’ya gitti; yerden göğe kadar haklıydı. Mevcut koşullarda, diğer doktorlar ne kadar dayanır bilinmez. Huzurun arka planında böyle şeyler de var ne yazık ki. Daha yağmalanmak istenen kıyılardan, avcı müteahhitlerden, yazın yaşanan su sıkıntılarından, şehirde bisiklet yolu yapılmamış olmasından ve iyi bir sahaf dışında tek bir kitapçının olmamasından söz etmedim bile.

Olsun, siz bana bakmayın. Datça huzurdur

BURAK ELDEM’İ TANIYALIM

1984’ten bu yana yayın dünyasında. Seksenli yıllarda Stüdyo İmge dergisinin kurucuları arasında yer aldı ve editörlüğünü üstlendi; bu dönem içinde, popüler kültür üzerine çeşitli dergi ve gazetelere yazı yazdı. İlk kitapları Bob Marley ve Reggae (1985), Rock Tarihi (1985) ve Mayıs Çiçeğinden Barış Türküsüne (1986) bu dönemde yayımlandı. 1987-95 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinin yazarları arasında yer aldı; Playboy dergisinin Türkiye edisyonunda genel yayın yönetmenliği yaptı; TRT televizyonunda yapım danışmanı ve sunucu olarak görev aldı; çeşitli radyolara programlar hazırladı. 1998’de tercihini ‘yeni medya’dan yana kullanıp İnternet yayıncılığına yöneldi; ZDNet’in Türkiye edisyonunda editörlük ve yazarlık yaptı; ayrıca İnternet kuruluşlarından İxir’de portal yöneticiliği görevini yürüttü. Ayrıca  2012: Marduk’la Randevu,ı Seni Tılsımlar Korur,  Fraternis: Kayıp Kitaplar, Gizli Kardeşlik, Kozmik Okyanus, Günbatımı Fandango, Diren Aklım ve Tavus Kuşu Güncesi kitaplarını yazdı.